@Kylo Ren diyelim biri sürekli elinde ses dinleme cihazıyla dolaşıyor. vapura, minibüse, otobüse, dolmuşa biniyor, kitabını yapacak tüm malzemeyi birebir hayattan alıyor ama bir dikizci zihniyetiyle yaklaşmıyor insanlara. sadece isteyeni dahil eden hikaye halkaları oluşturuyor. cihaz kuruyemişçileri, beyaz eşya dükkanlarını dolaşıyor, liselere konuk oluyor ve duyduklarını kaydedip yazıya döküyor. yani yazanı yok, aktarıcısı var. bunun için de gerçi yazar gerekiyor. gelişi güzel toplanmış bir şeyi kim derleyip kitap haline getirecek, vasıfsız bir redaktör ne ölçüde verimli olur, işte o zaman lektörü olur, onlar da yazar mı sayılır. en açık fikirlerin sularında gezen korsan gemilerini göndermeyin hemen. bu mantıkla fotoğrafçılar da yazar oluyor. ana malzememiz kitap. başarılı kitapların favori pasajlarını alıp fotoğraflaştıralım mesela. bu yorumun yorumu olur. zeminde bir yorum var bir kere, yazar. fotoğrafçı arada duruyor, karbon kağıdı olarak. şu yazıya şöyle bir görsellik gider diyor, sanatını onun üzerine inşa ediyor. biz de kitabı yayımlayıp, arkasından kataloğu basarsak, bu tam tersi fotoğraflardan kitap çıkarmak gibi. fotoğraftan kitap çıkınca yorumdan yorum doğmuş olmuyor mu. fark var. dil, tekeline aldığı bir yakalayışla yorumlar, yeni yorumlara başka kapılar zor açar. kalabalıktır dil. temayı ayrıntılarıyla konuşturur. zamanı vardır bunun için ama fotoğraf o anlık bir şey. yakalar, bırakır, planı yoktur ayrıntılarının, tamamen tesadüfi. biri ayrıntıları toplayıp konuşuyorsa, diğeri bir anda toplanmış ayrıntılar üzerinden konuşuyor. bir şeyin, bir anda ele geçirilmiş olması onu değersiz mi kılar. fotoğrafın üzerine sen istediğini kurabilirsin. fırsat bol. fotoğrafçıyı yazıyla sınırlandırmak kolay. evet, çünkü yazılar arkasından geleni mutlaka taklide hapseder ama o işi öyle yapmasa da, fotoğraflar üzerinden bir edebiyat yapsa yazıya fotoğrafla sınır çekmenin ucu açık olur ve bu kadar açık bir alanda yazarın bu kadar geniş bir hareket kabiliyeti varken şimdi görüntüden algıyı, yazarsız nasıl çıkaracağız. fotoğrafta ne görüyoruz soru bu. son derece objektif. şunu, bunu, onu. cevap da bu mu, bu kadar mı. veriler ne kadar net olursa, cevaplar o derece göreceli olur. öykülerin yazılmaması ama parçalarının en saf haliyle aktarılması çeşit doğurur. böylece o kitapta herkes kendine göre bir şeyler bulur. aksi takdirde verilere dair bir görece olduğunda, cevaplar bu kadar net olmaz orjinalliği baz alarak bir kıyas yaparız o örnekle, fotoğraftan kitap çıkarma benzetmesiyle. kimse fotoğraf demedi. sadece fotoğraf gibi bir gerçeklikten bahsedildi. yorumun yorumu. demek ki yazar da yorum içinde. bir şeye dokundu, ona kendi şeklini verdi. yazar neyi yorumluyor. herhalde yani yazar da hepten yaratmıyor. yaşıyoruz, şekiller öğreniyor, şekiller topluyor, yenilerini kuruyoruz. işte bu kurma işini şimdi yazar değil, okuyucu yapsa. burada harcanan emek, kuklanın iplerine benziyor. onun bir kukla olarak değerinin anlaşılması için, karşı taraftan da en az kendi cinsinden bir emek daha istiyor. okuyucunun kalitesine değiniyorum. öyle bir şey ki aslında, karanlığa sarkıtılmış bir kukla gibi dersin ki mesela, şu ipi çektiğinde kolu kalkıyor, şu ipi çektiğinde bacağı kalkıyor. iplerin ve sen öyle bütünleşmişsiniz ki, parmakların sanki o iplerin doğal bir uzantısı haline gelmiş. iplerin aklı ellerindir. senin maharetin ipler. o kuklayla sen oyna diye ustanın mahareti de tahtaydı bir zamanlar. kaliteli okuyucu bulamıyorsak eğer, kaliteyi düşürmeden kalitesizi seçeni çağırmanın başka yolu var mı? işte bir yol, harikulade. her şey çift taraflı. her şey çift kapılı olmalı. sadece sürecin nasıl işleyeceğini idrak edemiyoruz. bu bir yazarsa eğer, bu yazarın hangi yazıların sahibi olduğu önemli. şimdi kitapların iç kapaklarında boy fotoğrafı, dış kapaklarında vesikalıklarla uğraşıyoruz, görünme çağı. görünmeye doyamıyorlar. görünmeyince varoluşlarını gerçekleştiremiyorlar. bir sahne göz açıp kapanmadan siliniyor, doyuramadıkları hevesleriyle baş başa kalıyorlar. popülarite kolay. bir aşk öyküsü ele alacaksan merkezine yatak koyacak, bodoslama girişeceksin anlatmaya. sonra torpido gözünü açıp, milletin tarihini kulaktan dolma bilgilerle kurcalayacak, tarafsızlık görüntüsünün cazibesine kapılmaktan sırf, taraf olacaksın yavşakça, çarpıtacaksın konuyu, indirteceksin camları, bu daha yenisi, büyüt tekerini, ününe ün kat, bencillik öğretileri kur, döktür kişisel gelişimi, meşhur ol. yazarsız olsun demedim, dayatmasız olsun. insanoğlu için aslında dayatma, tene değen bir ufacık kara sinek bile yepyeni çağrışım kapıları açmaya muktedirken, telafisiz bir kainatla çevrelemektir ruhu. sadece bir insan aklıyla sınırlı bir yaratım. bilinçaltı tehlikeli yerdir oysa. hem o irade de senin görünür, değildir. ayıklama zamanı geldiğinde, sen de zorlanırsın. bu kitabı ben yazdım demek bir yük ise, bir gurur, zamanı gelince bundan mı ayıklanırsın, yoksa yazdım ben ve farkında olmadan da galiba yaptırdım zulmünden mi. parmakların kıvrımları, kolların uzunluğu. bir usta, kuklanın bacaklarındaki çivilerin yerini belirlerken, o bacaklara el kadar bir pantolon kumaşı keserken, ne kadar hür olabildi? öyle ya, kuklanın mekanizması karakterinden daha önemli. tecrübelerimize tasarımın gizli melekesi matematiği de ekliyoruz. o istikrarlı pusulaya da ustamızdan öncekilerin tecrübesiydi diyoruz. bir yerden sonra her an şunu kabul etmek zorunda kalabiliriz, bazen ne kadar çabalasak da bir halta yaramaz ki bu, şu anda durduğumuz nokta. artık o karanlık, takdirin dışındadır. kimse izlemiyorsa kuklanı artık. hazır ellerinde tahtadan yumuşak, kıvrak bir uyum varken, yakaladığın kaliteyi beklemeye alıp, gerisini seyredeceksin. bu nasıl bir teslimiyet. gerisini bu sefer başka bir kabiliyetin yakalayışına devredeceksin. gözlere. herkese lazım onlar. oyuncağa dokunan her bir komutun bir adım sonrasında onu var edecek olan şeyler bunlar. sıra o ipleri kuklaya döndüren gözlere gelecek. iplerin sana ait bir emekten geçip, okuyucuya dolanması için onun da karanlıktan tutunup çıkacağı bir ip aramayı istemesi gerekli.