Hala bunu deniyorlarmı ya cok ilginç. Şimdi şöyle anlatayım. Şimdi diyelimki bir ferrari almak istiyorsun türkiyede fiyatı 30 milyon tl ama bulgaristanda bu aracı 5 milyona alabiliyorsun.
Gidiyorsun bulgaristana 5 milyona aracı alıyorsun. Sonra gümrükten gezmeye geldim diye 6 aylık izinle misafir plaka olarak (MB) türkiyeye giriyorsun.
5 ay sonra birden karakola gidiyorsun garajından arabanın çalındığını söylüyorsun. Aslında çalınmadı sen bulunamayacak bir yere sakladın aracı. Sonra 3-5 ay hiç ses etmiyorsun. Araç artık bulunamadı olarak sisteme giriliyor ve üstünden de zaman geçiyor.
Sonra motoru tamamen söküyorsun. Bunu yapmandaki amaç şase kodunu alamamaları için. Şaseyi alırlarsa çalıntı olarak ortaya cıkar. Sonra bu tasfiye işletme müdürlüğünde yetkili bir abiyi buluyorsun ve anlaşıyorsun.
Onun sana vereceği adrese ferrarini bırakıp gidiyorsun. Sonra araç onlar tarafından bulunuyor. Ama kime ait oldugu şase bulunamadığı için bulunamıyor. Belirli bir süreden sonra sahibi çıkmadığı için devlete kalıyoır ve ilgili tasfite işletme müdürlüğünde açık artırma olarak satışa çıkıyor.
Burada anlaşmanı iyi yapmış olman ve adamı tanıyor olman lazım yoksa başlka biride girebilir ihaleye. Satışa çıkınca arabanı alıyorsun. Resmi olarak senin o araç.
Bu sayede yeni alacağın motoru da işletebilirsin araca. Ama sen motor almıyorsun yurt dışından kazalı bi ferrarinin motorunu satın alıyorsun sana sadece şase numarasını verip fatura dfüzenliyorlar numaradan. O şaseyi kendi söktüğün motora işletiyorsun eskisini silip. Sonra onu sıfır motormuş gibi müdülüğe verip onay alıp takıyorsun.
Ne oldu? 5 milyona + (5 milyonda rüşvet dfalan harcama olsun) türkiyede ferrarin oldu. 20 milyon kardasın. Satıyorsun aracı heybeden devleti dolandırarak 20 milyon para kazanmış oluyorsun.
Bunu 15 sene önce yapıyorlardı artık kalmamıştı yine denemişler ama artık herkes bildiği için bu yontemi yakalanmışlar.
Buna tam olarak "Change araba" deniyor. Zamanında haberlere falan çıkmıştı. Sibel Can'ın jeeplerine falan el konulmuştu. Çoğu bu yoldan galericiler tarafından change edilen arabalardı.
Bu soru ilk kez zihnime düştüğünde, elimde bıçak, karşımdaki meyve tabağına bakıyordum. Mandalina oradaydı. Ben de. O gün bugündür düşünüyorum: Mandalina neden tereddüt eder?
Cevap bulmaya çalışmadım. Çünkü cevabın varlığını kabullenmek, sorunun kendisini inkâr etmek olurdu. Zaten hangi cevap, tereddüdün kendisinden daha tutarlıdır ki?
Çünkü mesele meyve değil. Mesele kabuk. Dışarıdan parlak, içeriden bölünmüş. Tıpkı biz. Tıpkı ben. Tıpkı sen. Kabuklarımızla toplu, içimizde dilim dilim yalnızız. Her dilim bir başka hatıra, başka bir pişmanlık, belki de çocuklukta yenmeyen bir tokat.
Bir keresinde biri “Mandalina karanlıkta parıldar mı?” diye sormuştu. Bu soru üzerine üç gün yemek yemedim, çünkü midemdeki boşlukla evrendeki boşluk arasında doğrudan bir bağ olduğunu düşündüm. Aslında düşünmedim, ama düşündüm zannettim. Zaten bu da yeterince geçerli değil mi?
Nihayetinde mandalina bir metafor değil. Hiçbir şey metafor değil. Sadece her şeymiş gibi yapıyoruz, çünkü gerçeği kabullenmek zor: Hiçbir şey bir şeye tekabül etmiyor. Her şey boşlukla yankılanıyor.
Biri bana “ne anlatmak istiyorsun?” diye sorsa, sessiz kalırım. Çünkü bu yazının amacı yok. Mandalina bile istemedi bunu. O sadece soyulmayı bekliyordu. Ama biz her şeyi anlamlandırmak istiyoruz. Soyulmayı bile.
O yüzden tekrar soruyorum: Mandalina neden tereddüt eder?
Sabahın köründe, her şey olması gerektiği yerde, olması gerektiği gibiydi. Tabaklar, fincanlar, bir adet mor çorap (neden oradaydı bilmiyorum, belki de mutfak artık sessizce iç çamaşırı giyiyordur), ve kavanozdaki o kaşık.
Kaşık bana bakmadı ama ben onun Fransızca düşündüğünü hissettim. “Pourquoi?” dedim kendi kendime. “Pourquoi pas?” dedi o. Tabii sesli değildi. Zihnimin arka odasında yankılanan, küflü bir felsefe kitabının arka kapağından fırlamış bir düşünceydi belki.
O an anladım ki, her şey mantığını kaybetmişti. Reçel kavanozunun içindeki kaşık, neden Fransızca düşünmesindi ki? İngilizce mi yetersizdi? Türkçe fazla mı samimi gelmişti? Latince mi çok pretensiydi? Kim bilir… Belki de sadece bir kaşıktı ve biz ona çok şey yükledik.
Ama işte asıl mesele burada başlıyor. Kavanozdaki kaşık, düşünen taraf mıydı yoksa düşünülmeye zorlanan mı?
Ben o sırada çayı yanlışlıkla ütüye döktüm. Gülümsedim. Çünkü ütü, varlığını zaten yıllardır sorguluyordu. Bu onun için bir vaftizdi. Buharla kutsanmış bir aydınlanma anı.
Kaşık ise sessiz kaldı. Düşünüyordu. Belki Descartes’tı. Belki de sadece bir "chanson" mırıldanıyordu kendi metal dilinde. Ne fark eder?
Zaten buradaki her şey, biz dahil, evrenin kenar mahallelerinde unutulmuş bir alışveriş listesi değil mi?