Gülerken ağlamayı, ağlarken gülmeyi öğreten hayat kadar her şey saçma ve ironik.
Hal böyle olunca yaşadığımız iyi veya kötü şeylere bu kadar anlam yüklememiz beyhude ve hayatın kendisi kadar da yersiz ve manasız kalıyor.
Eninde sonunda hayatımız bir şekilde süresi ve rotası belli olmayan bir karanlık kuyuya yolculuk için bize sormadan bilet kesiyor.
Biz de her seferinde ne kadar saçma olduğunu bilsek de sorgusuz sualsiz bir umut diyerek inanarak bu yolculuğa dahil oluyoruz.
Aslında pek de umurumuzda değil çünkü insan sonunun hayal kırıklığıyla biteceğini çok iyi bildiği durumlarda bile umutlanmaktan vazgeçmez.
Ve hayat kartlarını çoktan oynamıştır ve bizi bekliyordur.
”Bir yağmurun içinde ateş böceği misali bir yanıp bir sönen” bizi acımasız bir şekilde o karanlık kuyuya doğru bırakıyor defalarca.
Düşüşümüzle bizi birbaşımıza bırakan hayata karşı çaresizce ne yapabiliriz diye düşünüp harekete geçtiğimiz,çabaladığımız her an...
Taşlaşmış kalplerden oluşmuş kuyunun duvarlarına şiddeti her seferinde bir öncekine göre daha da artarak sağa sola savrularak çarpıyoruz.
Sonra o acılar diner diye bekliyoruz ama dinmiyor.
Alışırız diyoruz ama sürekli dozajı artıyor.
Çünkü o acılar pek derine işlemiştir çoktan.
Hayatın sillemesini en sert şekilde yemiş zayıf ve acınası fani bedenlerimiz daha da hızlı bir şekilde düşmeye devam ediyor o derin boşluğa.
alev alev yanarak tutuşmuş benliğimiz kuyunun dibindeki serin cennet sularının hayalini kurmaya başlıyor son bir umut olarak.
Ve insan hiç de şaşırtıcı olmayan bir şekilde yine fazla iyimserdir ve aldanmıştır.
Çünkü aşağıda sert bir zeminden başka bir şey beklemiyordur bizi.
Bu senaryoyu defalarca yaşayıp çok iyi bilmemize rağmen o suların hayalini kurmak aldanan bizleri son demlerinde bile mutlu ediyor.
“Dünya ne kadar yalan, her şey ne kadar boş. Biz ne çok hiçiz…”